–=[Muhabbet Fedaileri]=–

Biz muhabbet fedaileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur.

Archive for the ‘–Metin Karabaşoğlu’ Category

“Onuncu Söz” ile “Beşinci Şua” arasında

Posted by HakanBa Haziran 29, 2007

“Onuncu Söz” ile “Beşinci Şua” arasında

BİRİ RİSALE-İ Nur’un en güçlü bahislerinden biri…
Diğeri, kimilerine “Bu risaleye ne lüzum vardı?” dedirtiyor.
Biri imanın hepsi de birbirini iktiza eden ve birbirini tamamlayan altı rüknü içinde, iman-ı billahtan sonra en önemlisine, haşrin ve ahiretin varlığına adanmış…
Diğeri haşrin bir önceki adımına, kıyamete ramak kala insanlık aleminin yaşayacağı ahir zamana dair…
Biri ahiretten bahsediyor, diğeri ahir zamanın iki dehşetli şahsından yahut şahs-ı manevîsinden.
Biri herkesin ittifak ettiği üzere, Risale-i Nur’un olmazsa olmazı, diğerine ‘olmasa daha iyi olurdu’ diye bakan az değil…
Üstelik, bunu diliyle söylemese de, içinden söyleyenlerin sayısı daha da fazla…
Yaşanan zamanda vâki tavır ve vaziyet alışlar da, zaten bu içten söylenenin dışavurumu sanki.
“Onuncu Söz,” yani Haşir Risalesi, bir kez daha söyleyelim, bir şaheser. Haşre dair, onun ayarında bir risaleyi, daha önce hiçbir İslâm âlimi yazmadı, yazamadı.
Rûm sûresinin 50. âyetinden “Madem dünya var, elbette ahiret var” önermesi temelinde, şu kâinatın tecelli ve tezahür ettirdiği esmâ-i hüsnânın her birinin nasıl haşri, ahireti, cennet ve cehennemi iktiza ettiğini böylesine güçlü bir şekilde ortaya koymayı; dahası, esmâ-i hüsnâ açılımıyla iman-ı billah’ın haşri iktiza ettiği şekilde, sair erkân-ı imaniyenin de haşri iktiza ettiğini bu seviyede izhar etmeyi, “Bediüzzaman” ünvanına lâyık görülen âlim başardı.
Haşir Risalesi’nin bu eşsizliğinin herkes farkında. Bediüzzaman’a mensubiyetini ifade eden herkes, onun bediiyetinin, yani eşsizliğinin bir nişanesi olarak en başta Haşir Risalesi’ni gösteriyor.
Ama sıra “Beşinci Şua”ya gelince, bu mensubiyetin ifade biçimi zayıflıyor. Nice sesler kısıklaşıyor, nicesi ise hepten kesiliyor.
“Onuncu Söz” müellifi Bediüzzaman’a herkes mensup, “Beşinci Şua” müellifi Bediüzzaman’ın arkasında durmak ise herkesin harcı değil.
Çünkü “Beşinci Şua,” dünyalılardan bahsediyor. Ahir zamandan, çok alâmetleri belirmiş bir zamanın Deccal ve Süfyan nâmında hadislerde haber verilen iki alâmetinden bahis açıyor.
“Beşinci Şua” tehlikeli, çünkü onu okuyana, bu iki ‘alâmet’in özellikle biri çok tanıdık geliyor. Sanki hemen yanıbaşımızda yaşayıp geçmiş, sanki ruhu hâlâ yanıbaşımızdaymış gibi…
Dost ya da düşman, “Beşinci Şua”yı okuyan herkesin, “Ben bu filmi gördüm, bu başrol oyuncusunu tanıyorum” diyesi geliyor.
“Beşinci Şua” o yüzden tehlikeli, arkasında durmak o yüzden zor geliyor “Onuncu Söz” için takdirde kusur etmeyenlere.
“Onuncu Söz” müellifi Bediüzzaman “Beşinci Şua”yı yazmasa aslında daha fazla hizmet ederdi, gibisinden bir söz dudakların ucunda; bir cesaret etsek, ağzımızdan çıkıverecek.
Çünkü görüyoruz ki, “Onuncu Söz”-merkezli bir tebliğe kapalı olmayan insanların hatırı sayılır kısmı, iş “Beşinci Şua”nın muhtevasına gelip dayandığında, şerit değiştiriyorlar.
Bana imanı anlat, ama bunun hayatıma getirdiği bir yük, bana ödeteceği bir bedel olmasın der gibiler zira…
Bizim de kafamız karışık zira…
“Onuncu Söz” eminiz ki iman kurtarıyor, “Beşinci Şua” ise bizi tedirgin ediyor yalnızca.
Tedirginiz.
Faraza “‘Onuncu Söz’ tamam da, şu ‘Beşinci Şua’ işi ne olacak?” dese biri, “Sen ‘Onuncu’yu al, biz de ‘Beşinci’yi unutalım” demeye dünden teşne gibiyiz hani.
Deccal’la İsa’yı, Süfyan’la Mehdi’yi barıştırmaya meyyal gibiyiz.
Ama sözümona, “Onuncu Söz” iman kurtarıyor, “Beşinci Şua” tehlikeli.
“Beşinci Şua”yı unutsak, “Beşinci Şua”nın söylemini tebliğimizin kapsama alanının dışına çıkarsak, “Onuncu Söz” gibi risalelerle daha fazla imanın kurtulmasına vesile olurmuşuz gibi geliyor üstelik.
Bediüzzaman’ı ve eserini bir bütün olarak değil, iki parça halinde görüyor zihinlerimiz.
“Beşinci Şua” ile “Onuncu Söz” bir bütündür oysa.
“Beşinci Şua,” Bediüzzaman’ın “Onuncu Söz”ün hakikatine olan teslimiyetinin ve samimiyetinin sınanması hükmündedir.
Bediüzzaman, asıl olanın ahiret yurdu olduğuna dair kat’î inancını dünyalıların en muktedirlerinden korkmadan “Beşinci Şua”yı yazabilmekle göstermiştir.
Diğer bir açıdan ise, ancak bu yürekliliğe sahip olanlara “Onuncu Söz” gibi bir eser nasip edilir.
Hakikatin yarısını gizleme alışkanlığı edinen, resmin bütününe karşı körleşir.
“Onuncu Söz”ün ardında, daha onbeş yıl önce Münazarat’ında “İki hayatımı iki elime almışım. Tek hayatlılar karşıma çıkmasınlar” diyebilen bir insanın mertliği ve berraklığı vardır.
“Cebrail Şeytan’la barışamaz” diyen, namazın hakikatini müdafaa için ölümü göze alan bir insanın yürekliliği vardır.
Dahası, “Beşinci Şua, umumun ve bilhassa ehl-i ilmin imanlarını tashih edip kurtarıyor” diyor Risale-i Nur müellifi.
Demek ki, imanın sıhhat bulması için, teşhisin sahih olması gerekiyor.
İmanın özüne ilişen kişiler, fikirler, haller ve akımlar doğru teşhis edilip doğru bir tavır alınmadan, iman kalbde kökleşemiyor.
 10.12.2006

http://1111.karakalem.net/?article=2360

Posted in --Metin Karabaşoğlu | Leave a Comment »

‘Sarıklı genç’ turnusolu

Posted by HakanBa Haziran 29, 2007

 ‘Sarıklı genç’ turnusolu

BAZI MECLİSLERE girdiğimde ve bazı kişilerin Risale-i Nur’un hangi bahsine daha ziyade nazar ettiğini gördüğümde, hayret-hüzün karışımı bir duygu hali çöker üzerime. Risale-i Nur’un koca koca meselelerini keşfedecek müdakkik nazarlar beklerken, Risale metninin merkezinde olmayan kimi bahislere yoğunlaşmıştır kimileri. Risale-i Nur’un ‘kök’ kısımlarından esirgenmiş emek ve zaman, o bahislere akıtılmaktadır kimilerince.

Ve bu yoğunlaşmada, genellikle, bir ‘bâtınîlik,’ bir ‘gizli ilim’ boyutu vardır. İstikbale dair kimi haberler, neredeyse hurufîlik boyutuna varan kimi çıkarımlar, Risale metnindeki kimi kelimeler üzerine neredeyse hurufîlik düzeyine varan aşırı yüklenmeler, vs…

“Yirmisekizinci Mektub”un “Birinci Mesele”sinde yorumlanan bir rüya da, işte böylesi bahisler arasındadır. Bu “mesele,” yorumu yapılmak üzere Bediüzzaman’a aktarılan bir rüya üzerinedir ve cevaben yazdığı bu risalede Bediüzzaman, evvelemirde Risale mesleğinin ‘rüya-merkezli olmadığı’ dersini vermektedir: “Evet kardeşim, senin ile mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayâlâtlara karşı kapısı açık olan rü’yaları, tahkikî bir surette mevzubahs etmek tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden…”

Bu kaydı düşerek söze giren Bediüzzaman, ‘altı nükte-i hakikat’ten sonra, ‘yedinci’ ve son bahiste rüyanın yorumuna girer. Bu nüktelerin ilkinde, sûre-i Yûsuf’a atıfla, rüyada da bir hakikat olduğu bildirilir. İkincide, “Rüyaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller” kaydını düşer ve sebebini açıklar Bediüzzaman. Üçüncüde, “Rüyanın nübüvvetin kırk cüz’ünden bir cüz’ü olduğu”na dair hadis sözkonusu edilir. Dördüncüde, rüyanın üç kısım olduğu ve ancak üçüncü kısım olan ‘rüya-yı sadıka’nın yorumlanmayı hakettiği irdelenir. Beşincide ‘rüya-ı sâdıka’-‘hiss-i kablelvuku’ irtibatı açıklanır. ‘Altıncısı ve en mühimmi’nde, ya aynen veya mânâsı itibarıyla gerçekleşen sâdık rüyaların kader-i ilâhî’nin herşeyi kuşattığının bir hücceti olduğu vurgulanır. Ve en son olarak ‘yedinci’de anlatılan rüyanın yorumuna geçilir.

İlgili rüyanın ne olduğu bu risalede anlatılmaz, ama yorumlanan imgelerden rüyanın mahiyeti anahatlarıyla tasavvur edilebilir. Bu imgelere dair yorumlarda, manidar tesbitlerde bulunur Bediüzzaman. Meselâ, “O vâsi meydanlık, âlem-i İslâmiyettir” der. “Etrafı bulanık çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atâlet ve bid’atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, sür’atle mescide eriştiğin; herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir” yorumunda bulunur. Yorum, bunun gibi son derece kritik noktalara dikkat çekmekle birlikte, bu rüyanın ‘hal ve zamanın bid’atlar bataklığı’ vurgusu, ‘herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye sahip çıkma’ vurgusu, bu bahis dillerinde dolaşan nicelerinin dikkatini çekmemiş gibidir.

Çünkü, varsa yoksa, rüyadaki ‘sarıklı genç’edir dikkatler: Bu ‘sarıklı genç,’ kim olabilir?

İşte burada, mürşidine müfritâne muhabbet, meşrep taassubu, cemaat enaniyeti beraberce devreye girer; ve herkes o ‘sarıklı genç’ten kasdın kendi cemaatinin kurucusu veya önderi olduğunu düşünür; oradan da seninki-benimki münakaşası başlar.

Her hâlükârda, koskoca Risale mesleğinin geleceği, bir rüyaya ve o rüyadaki ‘sarıklı küçük genç bir zât’a ipoteklenmiştir. ‘Sarıklı küçük genç bir zât’ın kim olduğu konusunda yorumlar muhteliftir, ama bu noktada ihtilafa düşenler daha en başta söylenen ‘hayâlâtlara karşı kapısı açık olan rü’yaları, tahkikî bir surette mevzubahs etmek tahkik mesleğine tam uygun gelmediği’ sırrından yahut “Rüyaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller” vurgusundan gaflet etmekte ittifak halindedir.

Değişik zeminlerde bu ‘sarıklı genç’ muhabbeti karşıma çıkmasa, inanın, “Yirmisekizinci Mektub”un “birinci risale”sindeki bu ‘sarıklı genç’ kısmını asla farkedemezdim. Aklım, ilgili bahsin ilk iki sayfasındaki vurguda yoğunlaştığı içindir bu.

Ama sık sık karşıma çıkan “Bu sarıklı genç sizce kimdir?” soruları yüzünden farkettiğim; ve ilgili bahsin önceki ‘altı nükte’deki ölçüleri hatırda tutarak okunması gerektiğini gördüğüm yedinci kısımdaki ‘sarıklı genç’ cümlesinin anlaşılageldiği şekilde anlaşılmasına hep hayret etmişimdir.

Hayret etmişimdir; çünkü Risale-i Nur’un genelinde Bediüzzaman hep ‘şahs-ı manevî’ dersini verdiği halde, gözler ve kalbler hâlâ daha bir ‘şahs-ı maddî’ye kilitlenmiş haldedir.

Hüzün de duymuşumdur; çünkü Risale-i Nur’un genelinde Bediüzzaman hep ‘tahkik’ten söz edip ilgili bahiste de ‘mahz-ı hakikat dersi’ ve ‘tahkik mesleği’ vurgusu yaptığı halde, ‘istikbale dair bir bâtınî işaret’ çıkarma gayreti bu vurguların tesirini zayi etmektedir.

Halbuki, Bediüzzaman, ahir zamana dair hadislerde haber verilen Mehdi, İsa (a.s.), Deccal, Süfyan gibi şahısları dahi, birer ete kemiğe bürünmüş şahıstan ziyade bir ‘şahs-ı manevî’ olarak yorumlama eğilimindedir. “Beşinci Şua”nın mukaddime kısmı, özellikle de “eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cemiyetin şahs-ı manevîsi inkişaf etmediğinden ve fikr-i infiradî galib bulunduğundan, cemaatin sıfat-ı azimesi ve büyük harekatı o cemaatin başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle” kabilinden kayıtlar, bunun bir göstergesidir.

Yine Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye’ye de alınmış bulunan bir bahiste, eskiden bir şahsın deruhte edebildiği ‘hilâfet’ mânâsını bugun ‘bir şahs-ı manevî’nin ancak temsil edebileceğini, Millet Meclisinin ‘halifelik’ ünvanını uhdesine almasına bu nazarla bakılması icab ettiğini belirtmektedir.

Aynı muhteva, Muhakemat’ta bir ‘meclis-i mebusan-ı ilmî’ ifadesiyle, Sünuhat’ta “bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî” ifadesiyle, Münazarat’ta “Şimdi hâkim şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev’inden şahs-ı manevî bir fetva emini ister” cümlesiyle çıkar karşımıza.

İşârâtü’l-İ’caz’da ise Bediüzzaman, her zaman için, bilhassa şu ahir zaman şartlarında Kur’ân’ın ince mânâlarının tesbitine bir şahsın yetmeyeceğini, bu şartların ancak “yüksek ve azim bir heyet”te, “dahi bir şahs-ı manevî”de bulunabileceğini vurgular ve “Kur’ân’ı ancak böyle bir şahs-ı manevî tefsir edebilir” der.

Öte yandan, onun Risale-i Nur hizmetini de ‘şahsına mal etmek’ten ısrarla kaçındığı, “Said de bir talebedir” diyerek “Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi”ne vurguda bulunduğu, lâhikalarını okuyan hiç kimsenin gözardı edemeyeceği kadar aşikâr bir vâkıadır.

‘Şahs-ı manevî’ eksenli bir bakışa ve duruşa bu derece güçlü bir şekilde sahip, çok farklı açılardan bu ısrarını açıkça gösteren bir üstadın kayıtlar düştükten sonra yaptığı bir rüya yorumundan falan veya filan isme ‘istikbalin önderi’ payesi biçilebilmesi, bu yüzden hayret ve hüzne sevkeder işte beni.

“Sarıklı genç” bahsine dair bu kadar gıll ü gîş, benim nazarımda, bir turnusol gibidir. Ehl-i Risale’nin, Risale-i Nur’un özünü, aslını ve usulünü anlamanın neresinde olduğu, ‘sarıklı genç’ tartışmalarıyla görülebilmektedir.

Bu kadar sözden sonra, Bediüzzaman’ın bu ‘sarıklı genç’ o yorumuna dair bir yorum da biz yapalım.

Ama bir sonraki yazıda…

18.04.2007

http://1111.karakalem.net/?article=2609

Posted in --Metin Karabaşoğlu | Leave a Comment »

‘Sarıklı genç’ kim ola?

Posted by HakanBa Haziran 29, 2007

‘Sarıklı genç’ kim ola?

BİR ÖNCEKİ yazıda, Risale-i Nur’un hem de bir ‘rüya tabiri’ni içeren risalenin en başında yapılan ‘tahkik mesleği’ vurgusuna rağmen ‘rüya’lara atfedilen ziyade önem problemine; hem de, Risale-i Nur’un ‘şahs-ı manevî’ vurgusuna rağmen ‘şahsîleştirme,’ ‘belli bir şahsa işaret çıkarma’ zaafına işaret etmiştik.
“Yirmisekizinci Mektub”un “birinci risale”sinde sözkonusu edilen rüya, Risale-i Nur’un tamamı, ilgili risalenin tamamı ve ilgili rüyanın tamamı dikkate alınarak okunmalıydı bu yüzden.
O zaman da, buradaki sarıklı genç şudur, yok o değil budur, yok bizim ağabeyimizdir, yok bizim hocamızdır kabilinden sığ tartışmalara mahal olmazdı zaten.
Gelin görün ki, vaziyet bu…
Ve madem bir kere bu konuya girmiş olduk, bizim de bu ‘sarıklı genç’in kimliğine dair birkaç not düşmemiz gerekiyor:
Önce, ilgili mektubun ve ‘yedinci nükte’sindeki ilgili rüyanın tamamına dikkat gereğini bir kez daha vurgulayarak, sadece ‘sarıklı genç’ kısmını aktaralım:

“Sarıklı küçük genç bir zât ise, Hulusi’ye omuz omuza verecek, belki geçecek birisi; hâşirler ve talebeler içine girmeye namzeddir. Bazılarını zannederim, fakat kat’î hükmedemem. O genç kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir zâttır.”
Bir kere, Bediüzzaman’ın bir önceki yazıda birkaç farklı veçheden vurguladığımız ‘şahs-ı manevî’ ısrarına hürmeten, buradaki ‘sarıklı küçük genç bir zât’ın, istikbalde Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini temsil edecek kişilerin toplamına işaret ettiğini düşünmemiz gerekir. Dolayısıyla, bu tâbir, belli bir kişiye işaret eder şekilde değil, Risale-i Nur’un hizmetinde, ilgili “mektub”da anılan vasıfları üzerinde taşır halde bir hayat yaşayan herkesi kuşatır şekilde okunma durumundadır.
İlgili mektupta anılan vasıflara gelince; bu mektupta rüyayla ilgili olarak aktarılan diğer imgelere bakarsak; bir kere, bu ‘şahs-ı manevî’nin mümessilleri ‘hal ve zamanın sefahet ve atâlet ve bid’atlar bataklığı’na ‘bulaşmadan’ yaşıyor olma; ve ‘herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kalma’ durumundadır. Çünkü, Risale-i Nur’un birinci talebesi Hulusi’ye ait olduğunu tahmin ettiğimiz bu rüyaya karşılık Bediüzzaman, “O vâsi meydanlık, âlem-i İslâmiyettir. Etrafı bulanık çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atâlet ve bid’atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, sür’atle mescide eriştiğin; herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir” demektedir.
O halde, Risale-i Nur’dan şu veya bu düzeyde beslenmekle birlikte, ‘hal ve zamanın sefahet ve atâlet ve bid’atlar bataklığı’na bulaşma durumuna duçar olanlar, ‘herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kalmayı’ başaramayanlar, rüyadaki ‘sarıklı küçük genç’ imgesiyle temsil olunan istikbalin ‘Risale-i Nur şahs-ı manevîsi’nin mümessili sayılamazlar.
İkincisi, bu küçük genç zâtın, ‘sarıklı’ olmasıyla ilgilidir. Bir sünnet-i peygamberî olarak ‘sarık’ imgesi de, bu şahs-ı manevî’ cümlesinde yer alabilmenin ‘herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kalmak’tan sonraki bir şartının bid’atlara karşılık sünnet-i seniyyeyi hayatının mihveri olarak benimseme lüzumuna işaret etmektedir.
Üçüncüsü, bu ‘sarıklı küçük genç’ Hulusi’ye nisbetle tarif edilmektedir. Hulusi ki, Bediüzzaman’ın Münazarat’ında ısrarla takip ettiği ‘mektep-medrese-tekkenin ittihadı’ mânâsını Risale-i Nur’a intisabından önce zaten bir derece yaşamış bir zâttır. Zira, üçünün de rahle-i tedrisinden geçmiş, üçünün de terbiyesini almış durumdadır. Ve şimdi, Risale-i Nur’la bu üçlü eğitimin kemal noktasına ulaşmış durumdadır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, ‘sarıklı küçük genç’ imgesiyle tarif olunan ‘istikbalin Risale-i Nur şahs-ı manevîsi’ne dahil olmanın yolu aklı-vicdanı-kalbi beraberce işlettirebilmekten; ve hem bugünü doğru okumayı mümkün kılacak bilgiye, hem Kur’ân’ı ve sünneti doğru kavramayı mümkün kılacak bilgiye, hem de kalbî uyanıklık ve irfana beraberce erişme çabasını gerektirmektedir.
Dördüncüsü, Bediüzzaman, “Bazılarını zannederim, fakat kat’î hükmedemem” diyerek, “Hulusi’ye omuz omuza verecek, belki geçecek” bu kıvama sahip genç muhatapların emarelerini gördüğünü; ama henüz bu kıvamın yakalanamamış olduğunu ima ve ihsas etmektedir.
Maamafih, tek başına bu ‘sarıklı genç’ izahı, özellikle de ‘Hulusi’ye omuz omuza verecek, belki geçecek’ ifadesi, Bediüzzaman’ın ne kadar diri ve taze bir dimağa ve açık bir yüreğe sahip olduğunu gösteriyor. Zira bu ‘belki geçecek’ ifadesi, istikbalin Risale-i Nur’a müheyya genç istidadlarının el’an Risale-i Nur’a muhatap olanlarından daha güçlü bir kavrayışla Risale’yi anlayıp kavraması imkânına işaret ediyor. Böylece, ‘statükocu’ bir ‘şahs-ı manevî’ yorumunun önünü, daha en baştan kesiyor. “Gelen geçmişi aratacak” kabilinden bir bedbinlik yerine, “Sonrakiler öncekileri biiznillah geçecek” ümidini ve müjdesini veriyor.
Beşincisi, “O genç kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir zâttır;” yani istikbalin Risale-i Nur şahs-ı manevîsini temsil edecek muhatapları, bir ‘kuvve-i velâyet’ taşıma durumundadır.
Burada da, yine, bir kavramlaştırma problemi çıkar karşımıza: Bu ‘kuvve-i velâyet’ten murad nedir?
Bu ‘kuvve-i velâyet,’ meselâ, keşifler, kerametler, harikulâde haller göstermek midir?
Yoksa, Risale-i Nur’un tefekkürüyle tasavvufun kavramlarını mezcetmek, birbiri içinde eritmek; ikisini harmanlayıp yeni bir dil, üslup ve usul geliştirmek midir?
Yoksa?
Kendi aklımıza yerleşmiş ‘velâyet’ kavramını sorgulayıp Risale-i Nur’un ‘velâyet’ tarifinden yola çıkarsak, ikisi de değildir.
Çünkü, Bediüzzaman’a göre, bunlar ‘velâyet-i suğra’nın kapsama alanı içindedir. ‘Küçük velâyet’in yani… O, tasavvufun bilinen çizgisini ‘velâyet-i suğra’ kapsamında değerlendirirken, sahabilerin ‘veraset-i nübüvvet’ çizgisini ‘velâyet-i kübra’ olarak değerlendirmektedir.
“Yirmidördüncü Söz”deki ‘zühre-katre-reşha’ sembolizmi içinde ‘reşha’ tarifinde izahını bulan bir ‘velâyet’tir, ‘velâyet-i kübra.’ Ki, bizim ‘velâyet’ deyince aklımıza ilk önce geliveren tasavvuf yolundaki ‘velâyet-i suğra,’ yine aynı “Söz”de ‘katre’ sembolizmi içinde tarif edilmektedir.
Gerek “Yirmidördüncü Söz”deki bu sembolizm, gerek bir sonraki sözün son bahsindeki ‘Kur’ân’daki muvazene, tenasüb ve cem’ tahlili, gerek Mesnevî-i Nuriye’deki “Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden haki¬kate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça al¬dım” ifadesi, ilgili rüyadaki ‘sarıklı genç’ için zikredilen ‘kuvve-i velâyetle meydana atılacak bir zât’ ifadesinden neyi nasıl anlamamız gerektiğine dair birer karine hükmündedir.
Sözün kısası, Risale-i Nur’un ‘tahkik mesleği’ ve ‘mahz-ı hakikat dersi’ rüya-merkezli bir düşünüşe, tasavvura, yaşayışa zaten izin vermediği gibi, ilgili bahisteki rüyadaki ‘sarıklı genç’ hakkındaki uyarlamalar da, hem ‘şahs-ı manevî’ mânâsı itibarıyla denk düşmüyor, hem de ilgili rüya tabirindeki bu kıstaslara birebir uygunluklarından söz etmek mümkün gözükmüyor.
Maamafih, “Bugünün ehl-i Risale’si, bir bütün olarak tabirdeki bu tarife ne kadar denk düşüyorlar ki?” diye sormuyor da değilim.
Yoksa, o ‘sarıklı genç’ küsüp gitti mi aramızdan?
Belki de henüz gelmeye bile cesaret edemiyor…

20.04.2007

http://1111.karakalem.net/?article=2610

Posted in --Metin Karabaşoğlu | Leave a Comment »